Komşunu Seçebilirsin

Komşunu Seçebilirsin
Bu hikayede Sevban'ın büyük sevdasını okuyacaksınız. Bir de Ahirete dair, kafasına takılan ve her geçen gün onu zayıflatan, rengini solduran soruyu ve bu sorunun cevabını okuyacaksınız. Sevban'ın kafasına takılan bu soru aslında her Müslümanın cevabını merak ettiği bir soru.

 

 

     Her şey, kabilesine yapılan bir baskınla başladı. Esir alınıp Yemen’den Medine’ye köle olarak getirildi. Medine’de yeryüzünün en mükemmel insanıyla tanışacağını nereden bilebilirdi.

     Onu satın alıp boynundaki ipi çözdü. Sonra da

     — Sevban, özgürsün. İstediğin yere git. İstersen bizimle kal. Sen bizim Ehl-i Beyt’imizden birisin, buyurdu. Üstelik en ufak bir karşılık beklemeden. Bir Peygamberin Ehl-i Beyt’inden yani ailesinden biri olmak ne büyük şerefti.

     Bu teklifi değerlendirdi Sevban. Medine’de Allah Resulü’yle kaldı. Onun yanından hiç ayrılmadı.

     Tanıştığı ilk andan itibaren geçen her zaman ona olan hayranlığı artıyordu. Evine gittiğinde Allah Resulü’nün hasretine dayanamıyordu. İlk fırsatta onun yanına geliyor, hem hasret gideriyor hem de ondan ilim öğreniyordu.

     Günler böylece birbirini kovaladı. Ancak aklına takılan bir soru onu son derece rahatsız ediyordu. Her geçen gün zayıflıyor, rengi soluyordu. Sevban’ın hüzünlü hali Allah Resulü’nün gözünden kaçmadı, sordu:

     — Niçin rengin solgun, hasta mısın?

     — Hasta değilim ey Allah’ın Resulü. Herhangi bir ağrım sızım da yok. Ancak derdim başka. Aklıma takılan bir şey var.

     — Nedir o?

     — Ben sizi kendimden ve çocuklarımdan daha çok seviyorum. Ayrı kaldığımızda çok özlüyorum. Hasretinize dayanamayıp hemen sizi görmeye geliyorum. Fakat ahiret aklıma geliyor. Sizi orada görmem mümkün değil. Çünkü ben biliyorum ki siz orada peygamberlerle birlikte yüksek makamlarda olacaksınız.  Bense cennete girmeyi başarsam bile benim derecem sizin makamınızdan çok aşağılarda olacak. Cennete giremezsem sizi görmem zaten mümkün değil. Sonuç olarak sizi ahirette sonsuza kadar hiç göremeyeceğim. Orada sizi görememe, yanınızda olamama endişesi beni çok düşündürüyor, çok üzüyor.

     Diğer sahabiler aynı düşüncenin kendilerini de çok üzdüğünü söylediler. Peygamberimizin bütün dostları aynı sıkıntıyı yaşıyordu. Sevban’ın sözleri dertlerine tercüman olmuştu. Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas, orada bulunan herkes büyük bir merakla Peygamberimizin vereceği cevabı beklemeye başladılar.

     Peygamber Efendimiz bu sözlerden çok etkilendi. Hiçbir şey söylemedi. Cevap Allahü Teâlâ’dan geldi. Rabbimiz, Vahiy Meleği Cebrail’i Nisa suresinin 69. ayetiyle Peygamberimize gönderdi. Allahü Teâlâ şöyle buyuruyordu:

     “Kim Allah’ın ve Peygamberin emirlerine uyarsa işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler, bunlar ne güzel arkadaştırlar!”

     Allah Resulü ayeti okudu. Yüzleri ay gibi parladı. Hem Allah Resulü’nün hem de sahabilerin.

     Bir sahabi,

     — Bir topluluğu sevdiği halde onlara ulaşamayan, onlar kadar ibadet edip güzel davranışlarda bulunamayan bir insan hakkında ne buyurursunuz, diye sorunca da Peygamber Efendimiz şu cevabı verdi:

     — Kişi sevdiğiyledir.

     Aldıkları büyük muştu karşısında duydukları sevinci Enes b. Malik,

     — Müslüman olduğumuz gün dışında hiçbir gün bu derece sevinmedik, sözleriyle anlatır. Sonra da şöyle der:

     — Ben de Allah’ı ve Resulünü, Ebu Bekir ile Ömer’i seviyorum. Onlar kadar ibadet edip güzel davranışlar yapamadıysam da ahirette onlarla beraber olmayı umuyorum.[1]

 

     [ Musa Mert ]

     Diyanet Çocuk Dergisi, Kasım 2018, s. 2, 3.


[1] Bakınız: İbnü’l-Esir, Üsüdü’l-Ğabe, I, 296, 297; İbn S’ad, VII, 400; İbn Abdilberr, I, 218; Ebu Nuaym, I, 180-183;  İbn Asakir, Tarihu Dımeşk, XI, 166-176; Zehebi, Siyeru A’lami’n-Nübela, III, 15-18; İbn Hacer, el-İsabe, I, 413; Vahidi, Esbabu Nüzuli’l-Kur’an, s. 303; Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, III, 299; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’an’il-Azim, I, 535, 536; Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, II, 588; Beğavi, Mealimü’t-Tenzil; I, 659; Ahmed, V, 275-284; Buhari, Edeb 96; Müslim, Birr 163, 165; Tirmizi, Zühd 50, Daavat 98.